Ne huzurlu gece.

Karman çorman oldu belki ama beni gün içinde ve sonunda yansıtan iyi yönde ki herşeyi seviyorum.Bir adam seviyorum nefesim dediğim.Arka komşularımı seviyorum.Gecenin bu vaktinde bana huzurumun yerine yüzüme gülümseme hatta sevinç hıçkırığı bıraktıran. Yaşamayı seviyorum bana neden yaşadığımı hatırlattığı için.Ve şarkıları seviyorum bizi değil ikimizi dinlemeyi sevdiğim için. 

Bayram şarkısı 


Nice bayramlara  insanlık. Sağlık, mutluluk,huzur ve tüm sevdiklerimiz ile şeker dolusu bayram diliyoruz. Çocuklarimizin gülüp oynadığı,sadece mutluluktan ağladığı güzel günler olsun. Biz nefesim ile mis kokulu ormanlar ve deniz dolusu yabani hayattayız bu bayram da çocuklarımız için kalan bir kaç el değmemiş yerlerin keşfinde. Huzur budur.

Nefesime


Sabaha ve bayrama ve bir ömüre ikimiz ve sevdiklerimiz ile ömrüm, nefesim. Bir ömre ikimiz adım adım sonsuzluğa.Bizi seven herkes şimdiden harika hafta sonunuz ve bayramınız ola biz nefesim ile bu bayram harika yerler keşfedip harika bir bayram geçirme umudu ile şeker dolusu bayram diliyoruz. 

İYİ Kİ VARIM BE.

https://youtu.be/P0v9vd4JEeo

Kadinlik… öyle cok kavrami barindiriyor ki icinde hayatin kendisi belki… disi olmak cünkü kadinlik; dogurmak, hayata can vermek sonra, ana olmak, sevmek, yar olmak, yar icin ömürden ömür verip cocuk icin dünyalara karsi durmak. Günümüzün hakim ataerkil kültüründe, özellikle dogu kültürlerinde, en basta kimlik savasina girmek kadinlik. Kadinligi bir sucluymuscasina tasiyip erkekler tarafindan yazilan yasalarin hükmünü giymek. Pecelerin arkasindan bakmak dünyaya kimi topraklarda, varligi alinan nefese hapsetmek. Çogu yerde ezilmek, cogu yerde cekmek, cogu yerde hala birey haklarinin varligindan bile haberdar olmamak, cogu yerde hala köle olmak cogu yerde böyleyken, böyle olmayan yerlerde nasil peki kadinlik? Bati dünyasinin özgürlük yalani altinda kullandigi pazarlama malzemesi degil mi? güclenen erkekligin, erkeklerin elindeki sermayenin bir oyuncagi degil mi? tüketim kültürünün öznesi, ruj markasinin mankeni degil mi? kadinin yozlastirilmasi ve yüzeysellestirilmesi bir toplumu siglastiran en önemli etmendir oysa ki. Kadinlarin düsünceden, düsünmekten, üretmekten uzakta tutulmasi bir toplumun gelismesine yapilmis en önemli darbedir. Üretmek derken fabrikalarda sömürülmek degil, bilime ve ilime katilmasidir kadinin, sanata katilmasidir. Kadinligin ve kadin gözündeki inceligin hayatin her yanina yayilmasidir. kadinin güzelliginin, isiginin her yani aydinlatmasidir. Kadin, belki de kadinlik adi altinda cizilen sinirlari kaldirip attiginda, gercek özgürlügün tadini aldiginda, yemek tarifleri tadinda verilen mükemmel kadin tasvirlerinin disina ciktiginda, yani kadinlik tanimini kendisi yapabildiginde kendisi olacaktir. Yürünecek yolumuz cok…Ve ben harika bir kadınım doğum günüm kutlu olsun, 20 Haziran 00.00 itibari ile gelen yüzlerce evet yüzlerce mesaj iyi dilek ve hediyeler hediyelerimin çoğu maneviyattaydı.Uzaklardan gelen video kutlamaları nefesimin uzaklardan yolladığı imojili harika kurabiyeler ve harika mesajı hediyesi , dostlarımın bir çokomel üstüne diktiği bir mum , oglumun anneciğimin bahçesinden çekip yolladığı kız mare 18 ine mi girdin eee sen beni ne vakit doğurdun diyen harika fotografli mesaji kısacası ben iyi ki varım ki etrafımda beni seven harika insanlar iyi ki var.Ve kadın ve anne ve yar ve dost oluşlarım ile son nefesime kadar…… Hafta sonu huzur ile gelsin hepimize bayram coşkusu ile.

KAVUŞMAYA 4 KALA.

Biz duygusal insanlarız…

Sarılmayı seviyoruz

Sarılarak uyumayı seviyoruz, 

Göğsümüze yatırdıgımız sevgilinin saçlarını okşamayı, ona kitap okumayı seviyoruz

Duygusal insanlarız biz,

Avuçiçlerini öper , gece yarısı uyanır üstünü örteriz sevgilimizin…

Hala şömine başı şarap ve aynı battaniyenin içinde gece boyu sohbet, bizim favori romantik anımız.

Duygusalız biz, yapımız bu

İster dramatik deyin ister eski kafalı

Sevmeyi seviyoruz, aşkı seviyoruz, gözkapaklarından öpmeyi, kavuşacağımız günü hasretle beklemeyi…

Torino Atı.

https://youtu.be/aoERWukgg_Q

Neden yaşadığını kendine sorabilen tek canlı olması insanın kendi varlığından duyduğu endişeyi gündeme getirir. Tarihsel süreçte neden yaşadığını anlamlandırma çabası, ortak bir amaç edinmeye çalışan insan evladının elle tutulur bir cevap bulamasa da sorunu ortadan kaldıracak nitelikte kurgular yapmaya sevk etmiştir. Önce tanrılar sonra Tanrı ve onların dinleri bilinmeyenden aldıkları güçle öbür taraftan ulvi cevaplar sunmuş ve artık mesele inanmak ya da inanmamaya indirgenmiştir. Gerçeğin ve sıradanlığın verdiği amaçsızlık kendi beyni içinde yaşayan insan için diğer bir ifadeyle hayvan bedenine kıstırılmış bir bilinç için yaşama uğraşını beyhude bir çabaya dönüştürür. Çünkü o bilinç yemek, çoğalmak ve dışkılamaktan başka bir işe yaramadığını düşündüğü bu kıllı bedenlerden daha “iyisini” tahayyül etme kapasitesine sahiptir. Böylelikle bütün büyük dinler bedeni olumsuzlayan bir yapıyı inşa ederken bu imkansız görünen -bedeni terk etme ve üstün bir varlığa karışma- çabası var olmanın dayanılmaz endişesini insan evladının sırtından alır ve ona ulvi bir görev verir.

Peki tanrıların ve Tanrı’nın öldüğü, anlamını yitirdiği bir çağda insan ne için yaşar? Gün gelip biri “Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine” kafa yorarken dünya daha önce görülmemiş bir biçimde Kutsalların sömürüsüyle yönetilmektedir. Artık düello yapmanın, onurlu olmanın bir ehemmiyeti kalmadı derken Nietzsche, kimselerin anlamadığı o ironik deli üslupla “Şen Bilim”de Tanrı’nın öldüğünü ilan eder. Onurun, erdemin ve daha nice ulvi olgunun insan evladını terk ettiği bir çağda insan ne için yaşayacaktır? Tanrı’nın hükmü ortadan kalkarken iyi ve kötü kendine dayanak bulamazken “neden yaşıyoruz” sorusu şimdi hazır bir kurgudan (dinlerden) yoksun kalan insan için başa dönmeyi dayatır, güçlen, çoğal ve dünyaya hakim ol! Artık Tanrısız insanın bundan böyle Tanrı olmaktan başka çaresi kalmamıştır. Tanrı ise “iyi”nin ve “kötü”nün ötesindedir.

“Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Durmadan düşmüyor muyuz? Öne, arkaya, sağa, sola, her yere düşmüyor muyuz? Hâlâ bir yüksek ve alçak kavramı var mı? Sonsuz bir hiçlik içinde aylak aylak dolaşmıyor muyuz? Yüzümüzde boşluğun nefesini duyumsamıyor muyuz? Hava şimdi daha soğuk değil mi? Geceler gittikçe daha fazla karanlıklaşmıyor mu? Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!”

Béla Tarr son filmim dediği The Turin Horse’u kendine yakışır bir biçimde Nietzsche ile başlatıyor. Aslında bu eser başlı başına bir Nietzsche filmi olarak bile nitelendirilebilirdi fakat Nietzsche’nin meşhur ‘kırbaçlanan at hikayesi’ni siyah arka plan üzerine bir dış ses aracılığıyla anlatmaya başlayan Béla Tarr’ın asıl merak ettiği atın akıbeti oluyor. Dolayısıyla bu yazının ilk derdi de At’ı anlamlandırmak olacaktır.

Birçok simgesel anlatımda at “iyi bir şey”i temsil eder. Nietzsche “Ahlakın Soy Kütüğü”nü çıkarırken “iyi ve kötü”nün kökenine inmeye çalışır. Öncelikle Nietzsche’nin iyi bir dil bilimci olduğunu belirtmek gerekir. Bu noktada Nietzsche çalışmalarında “iyi” sözcüğünün aslında eski dillerde bulunan “soylu” kavramından türediği sonucuna varır. At hayvanının tahayyülümüzde kendinden “iyi” oluşu ise bu hayvanın eski zamanlarda “soylu”ya ait bir binek olmasından kaynaklanması muhtemeldir. Yani iyi olan ezelden iyidir, soylu, güçlü ve yüksek bir konumda olan “iyi”nin niteliğini belirleyebilmektedir. Bunun tam tersi “kötü” ise gösterişsiz ve kaba olandır. Bir zamanlar şalvar giymek iyiyken şimdi takım elbise giymek iyi oldu ise bunu birilerine bağlamak ve bunun o kişilerin “iyi”si olduğunu anlamak pek güç değildir. Dolayısıyla bizim “iyilik” dediğimiz aslında başkalarının iyiliğidir. Bu noktada iyiliğin dallanıp budaklanıp büyük dinlerin ortak amacı haline gelmesi ve insanları kabalıktan, soysuzluktan kurtarmayı hedefleyerek “ruhani” dediğimiz yapının en temel yapı taşlarından birini oluşturması “ruh” denilen yapının inşasında kullanılan malzemenin en azından kökenine inmemizi sağlamaktadır.

“Kırbaçlanan At” hikayesine geri dönersek At’ı bundan böyle iyi ve ruhani olan yani insanın olmaya çalıştığı belirlenmiş bir iyilik timsali olarak görebiliriz. Soylu ve iyi olanın büyük ölçüde hüküm sürdüğü 19. Yüzyıl’a kadar dinin egemenliği kuşkusuz normaldir. Böyle bir egemenlik altında soyluluk, onurluluk, yücelik vb kavramların kökeni de belirli bir zümrenin etkisi altında şekillenmekteydi. Dolayısıyla Nietzsche, “Tanrı öldü” derken aslında “iyi ve kötü” diye bir şeyin var olmadığından bahseder. Yapılması gereken iyi’nin ve kötü’nün ötesine geçerek özgürleşmek ve insanın bütün potansiyelini kullanacağı üst-insana evrilmektir. Fakat Nietzsche uzun suskunluğuna kadar hep bir ikilem içindedir, hem özgürleşmek ve üst-insana ulaşmaktan bahseder hem de bütün çabalarını boşa çıkartan bir sonsuz döngüyü savunur. “Kırbaçlanan At”da Nietzsche bengi-dönüş fikriyle kendi ruhuna yüklediği değerler kümesinin ona nasıl işkence çektirdiğini anlamıştır. Başkalarının iyi’siyle kırbaçlanan ruh, yorgun, argın ve bitiktir artık bedeni taşıyacak gücü kalmamıştır. Olaydan sonra on yıllık suskunluktan önce “ne kadar aptalmışım anne” diye serzenişte bulunan Nietzsche’nin haleti ruhiyesi bu bakımdan oldukça yorumlanabilir durmaktadır. Uzun süreler “bengi-dönüş” teziyle evrende hiçbir şeyin değişmediğini enerjinin aktarımı yasasıyla bunun bir gün kanıtlanacağını düşünen Nietzsche o dönemler kaderci düşüncenin ağında kendini yiyip bitirmektedir. Dünya’ya bin kere de gelse hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve hayatı olumlamaktan, olduğu gibi kabullenmekten başka çaresi olmadığını savunur. Bu noktada “ne kadar aptalmışım anne” serzenişi büyük ihtimalle -daha sonra Bernhard’ın uzun monoloğunda da değinileceği üzere- “bengi-dönüş” fikrindeki ısrarından kaynaklanmıştır. Bununla ilgili Lou Salomé şöyle yazmıştır:

Sonsuz Dönüşü ve onun bütün sonuçlarının kesinliğini kabul etmek için gösterilen çabanın Nietzsche’nin sinirlerini yıprattığını ve onun deliliğine neden olduğunu her zaman düşünmüşümdür.”

Nietzsche’nin atın boynuna dolanıp bayılmasının akşamında eve dönen arabacı tahtakurularının suskunluğuyla karşılaşır. Varlığı anlaşılmayan fakat yokluğu fark edilen tahtakurularıyla Tanrı arasında kurulan metaforik bağlantı sinemada gördüğüm en güzel anlatımlardan biridir. Belki de tam o saatlerde ne kadar yanılmış olduğunu anlayıp Tanrı’yı -bu sefer- bengi-dönüş fikriyle birlikte öldüren ve suskunlaşan aslında Nietchze’dir ya da Tanrı öldüğü için susan tahtakuruları. Ufak ama etkileyici bir değişimdir bu, yıllardır yanı başlarında tıkırdayan bu canlıların varlığı unutulsa da durduklarında ya da yazgıları bozulduklarında evlerinin (evrenlerinin) bir parçası olduğu anlaşılır. Artık bir şeyler (yazgı) bozulmuştur. Bundan böyle Nietzsche değiştirilemez yazgı fikrinin onu düşürdüğü ikilemden kurtulmuş ve belki de ilk defa Tanrı’nın ölmüş olması gerçekten onu özgürleştirmiştir.

Baba Ohlsdorfer ve kızı sabah olduğunda hiçbir şey olmamış gibi rutinlerine dönerler. İşe gitmek için hazırlanan baba, atı ahırdan çıkartıp semerini geçirdiğinde atın hareket etmediğini görür ve acımaksızın kırbacını atın sırtına tekrar geçirir. Baba bütün çabalarına rağmen kızının uyarısıyla atın artık hareket etmeyeceğini anlar, çünkü artık Tanrı ölmüş, değerler kümesi dağılmış ve hayat anlamsızlaşmıştır. Bundan böyle gündemdeki soru -hayatı olumlama ihtimali ve yazgıcılık da ortadan kalktığı için- Ruhun bedeni taşıyacak gücü nereden bulacağıdır? Ve Bela Tarr ustalığını konuşturup varoluşun dramatik sıkıcılığını, durağanlığını ve yavanlığını müthiş görsellerle bize sunmaya başlar.

Baba Ohlsdorfer Bernhard’ın uyarılarına kulak asmayarak hayatına devam etmek ister. Ertesi gün tekrar atını ahırdan çıkartıp yola koyulmak istediğinde atın durumunun bir önceki günden daha da kötü olduğu anlaşılır. Yemeden ve içmeden kesilen at artık anlaşıldığı üzere hayattan umudu kesmiştir. Bundan böyle hareketin de bizatihi terk ettiği Ohlsdorfer ailesinin beklemekten başka çaresi yoktur. Hayat bütün anlamsızlığıyla devam edecektir ta ki istenmeyen misafirler su kuyularının başında belirene kadar.

Yamaçtan inen çingeneler ironik bir biçimde soyluları, iyi ile kötüyü belirleyen zümreyi temsil ederler. Kızın eline tutuşturdukları kitap kendi öğretileridir. Baba ile kızının elinde kalan son yaşam kaynağıdır bu su kuyusu. Babanın sert çıkışıyla çingeneler kovulur fakat onlar geri dönüp her şeyi ele geçireceklerini belirtmekten geri durmazlar. Tıpkı Bernhard’ın uyardığı biçimde, “her neye dokundularsa ki her şeye dokundular, onu değersizleştirdiler.” Ve su kurur. Artık yaşamanın imkansız bir hale gelmesi sonunda Ohlsdorfer’ların yazgılarını terk edip yola koyulmalarını gerektirir. Artık Bernhard’ın gittiği yoldan iyi’nin ve kötü’nün ötesine geçmeleri gerekmiştir.

Nietzsche’nin çokça bahsettiği gibi Tanrı’yı öldürüp iyi’nin ve kötü’nün ötesine geçmek kolay değildir. Bu çetin yolda başınız sıkıştığında yaslanabileceğiniz ne bir Tanrınız ne de sizi çekecek bir atınız vardır. Tüm çıplaklığınızla ayaza karşı yürüyerek yol almak zorundasınızdır. Nitekim Ohlsdorfer’lar da öteye geçmekte başarısız olurlar ve yorgun argın geri dönerler. Bundan böyle hiçbir şey olmamış gibi davransalar da hayatlarına devam etmeleri imkansızdır. Artık onlar için kaçınılmaz son gelmiştir, karanlık. Sonuçta Bela Tarr dünyayı altı günde yaratıp yedinci gün dinlenen Tanrı’ya yaptığı bu taşlamada Ohlsdorfer’ların dünyasını onun yokluğunda altı günde yok eder. Filmin ne hakkında olduğunu soranlara, “anti-genesis” cevabını vermesi sanırım bu yüzdendir.

Değerler kümesinin değişkenliği arttıkça -çağımızda olduğu gibi- insanlar iyi ve kötü’ye dayanak bulmakta zorlanırlar. Bu ne yapacağını bilememekle eş değerdir. Yaşamak da son tahlilde bir “ne yapacağım” sorusuna cevap aramaktır çünkü insan durduğunda kendinden hiç bir şey olmaz. Değerler kümesinin ve anlamın yitişi demek her insanın kendi kendini anlamlandırmasını koşut tutar. Kendini anlamlandıramayan ise, ya başka değerlerin kölesi olacak ya da kendi hiçliğinde kaybolacaktır tıpkı Ohlsdorfer’lar gibi…

“Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım. Öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundandı, anladım. İnsan, bir an önce kargaşasını, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurtamazsa karanlığına, yok olacaktır.”


Alıntıdır.


Harikulade bir film ve müzikler tavsiyemdir.

HAYAT!SEN ÇOK GÜZELSİN. 

Hayat ;

Aslında çok basit kuralları olan büyük bir oyun…

Dedikodu yapma, kınama, yargılama. 

İç sesini dinle, hata yapabileceğini kabul et,

İşin kariyerin ne olursa olsun eşit adillikte ol,

Kendini kimseden ne yüksek de ne de aşağı da gör, 

Kendini eğit yaşadıklarınla, gördüklerinle, okuduklarınla.. Biliyorsun herşeyi kendin deneyimleyerek yaşayacak kadar uzun bir ömrün yok…

Aldığın kararların ardında dur..Hata yaptıysan bırak deneyimin olsun..

Plan yap

İşine sahip çık..

Baktığını gör, duyduğunu algıla…

Kumbaranda paran olsun ama en çok anıların…

Kimsenin hayatını kurcalama,kurcalatma,sevenlere saygı duy.

Eşini aldatma.

Kendine saygı duy.

Üretken ol.

Ve önce yaşadığın ve yaşatılan herşey için kendini affet ve sev…

Seni sevenleri daha çok sev..

Gerisini bırak…

Lütfen insan kal.

Yaşadığın şey ” HAYATIN ” olur….

Nefesime.

Geçtigimiz hafta sonu kokunun neye benzediğini sonunda buldum nefesim.Çocukken en sevdiğim şeydi annemin köyünde traktör ile çukur dolu yollardan geçip tarlaya gitmek.Hele de buğdayların hasat zamanı ,içime cigerlerim patlayacak kadar çekerdim o kokuyu ve senin kokun tıpkı çocukluğumda cigerime dolan hasat edilen buğday kokusu ve senin şevkatin, bana değer verişin ailemin bana verdiği muhteşem çocukluğum, sen bu yüzden benim nefesim benim ömrüm oldun arkamda kocaman adam ,tıpkı babam gibi duran ,sımsıkı saran ,kollayan, bu dünyada hala adam varmış dedirten ay (ım) bu şarkıyı çok seversin sen diyeli tam iki yıl oldu. iyi ki varsın.